29 Temmuz 2009 Çarşamba

KUMANDA KİMDE

İrade, kişinin eylemlerini, arzu, niyet ve amaçlarına göre kontrol altında tutabilme ve belirleme gücüdür. Kişinin belli eylem ya da eylemleri gerçekleştirmede sergilediği kararlılık; belli bir durum karşısında, gerçekleştirilecek olan eylemi, herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksızın, kararlaştırma ve uygulama gücü; eyleme neden olan eylemi başlatabilen yetidir.
Sorumluluk ise bireyin üzerine düşen görevleri yaş, cinsiyet ve gelişim düzeyine uygun biçimde yerine getirmesi, davranışlarının kendi yaşamı ve çevresi üzerindeki etkisinin farkında olması ve sonuçlarını üstlenmesidir.
Kişi iradesi ile yapacağı eylemi belirler, iradesi ile belirleyip gerçekleştirdiği eylemin sorumluluğunu üstlenir. Önce irade, sonra da sorumluluk gelir. Bu yüzden yasadışı bir eyleme verilecek ceza kararlaştırılırken, ilk bakılan eylemi gerçekleştiren kişinin eylemi gerçekleştirdiği anda bilinçli olup olmadığıdır. Kişinin eylemi hür iradesi ile gerçekleştirdiği tespit edilirse, kişi yaptığı eylemin sorumluluğunda cezaya çarptırılır. Çünkü sorumluluk bahsettiğimiz gibi yapılan eylemin sonuçlarını da üstlenmeyi getirir beraberinde.
O halde kişinin yaptığı eylemin sorumluluğunu almaması, yani eyleminin sonuçlarını üstlenmemesi olan sorumsuzluk durumunun öncesinde ancak iradesizlik gelebilir. Kendi yaptığımız bir eylemden başkasını sorumlu tutup, eylemin olumsuz sonuçlarını o kişiye yüklediğimizde , eylemi gerçekleştiren iradenin de bizim olmadığını söylemiş oluyor, kendi irademizi de o kişinin eline teslim etmiş oluyoruz aslında.
Her gün evden işe gidip, işten eve dönene kadar yaptıkları davranışlar için başkalarını suçlayan bir çok kişi görüyorum. Ayşe döktüğü bir çay için Fatma'yı suçladığında Ayşe kendi iradesini, daha doğrusu kumandasını vermiş oluyor Fatma' ya. Fatma işten çıkıp eve dönerken yaptığı trafik kazasının sorumlusu olarak , yan koltuğunda oturan ve çok konuştuğu için dikkatini dağıtan arkadaşı Sibel'i gösterdiğinde,Sibel alıyor kumandayı eline. Sibel bir gece önce tartıştığı ve arkadaşına dert yanmasına neden olan eşine atıyor topu. Osman Bey topu alıyor, heyecan yükseliyor, nabızlar tutuluyor. Osman Bey'in bir türlü zam yapmayan patronu atak yaparak, Osman Bey'in kumandasını ele geçirip, Osman Bey'in eşine uyguladığı şiddetin sorumlusu haline geliyor. Osman Bey'in patronu ise onca para döktüğü ama bir türlü kendisine şu herkesin bahsettiği sihirli değneği ile dokunmayan psikologuna pas atıyor. 'Bir halta yaramadı 'diyor. Tüm bunların sorumlusu, Osman Bey'in patronunun kumandasını bana atması ile, ben oluyorum birden. Önce derin bir of çekiyorum, sonra kumandanın 'Off' tuşuna basarak kapatıyorum herkesi ve herşeyi...
Saygılarımla...

26 Temmuz 2009 Pazar

açlık ve özgürlük

Oya Baydar'ın ' Kedi Mektupları' isimli kitabının bir bölümünde 'Hem tok hem de özgür ve bağımsız nasıl olunabilir? Hem tok hem de bağımsız olmak mümkün mü ? ' sorularına cevap aramaktaydı kediler. Kedilerden bir tanesi bu soruyu 'Doğrusu ben sokak kedileri gibi yarı aç, yarı tok yaşayıp kir pas içinde dolaşıp ıslanıp üşüyeceğime , insanların ufak tefek isteklerini yerine getirmeyi, kendimi biraz okşatıp, çocuklara biraz katlanarak ev kedisi olmayı tercih ederim'. diye cevaplıyordu.Bu cevap bana kadın sığınma evlerinde yaptığım araştırma esnasında karşılaştığım, kadın sığınma evlerinde barınmakta olan, eşlerinden fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik şiddet görmelerine rağmen , ekonomik özgürlükleri olmadığı için evlerini terkedip kendilerine bağımsız ve özgür bir yaşam kuramayan kadınların söylediklerini hatırlattı. Oradaki kadınlar bana, sürekli istismara uğradıkları ve mutlu olmadıkları evliliklerini, çaresizlikten ve yarı aç yarı tok zor bir hayatı göze alamadıkları için sürdürdüklerini anlatmışlardı.Kedi Mektupları'nda bir başka kedi:' bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü, sürekli,zahmetsiz, tam bir karın tokluğu, yani kısaca rahatımız uğruna feda ediyoruz. Hiçbir çaba sarf etmeden, kaçmadan, kovalanmadan, arama zahmetine katlanmadan doymak, sıcak bir yerde rahat bir yatakta yatmak hoşumuza gidiyor.Sanıyorum karın tokluğu bütün yaratıklar için herşeyden önce geliyor' diyordu.İlk olarak aklıma kadın sığınma evlerinde barınan kadınlar gelse de, tok bir karın için özgürlüklerinden ve bağımsızlıklarından vazgeçenlerin sadece ekonomik özgürlüğü olmayan ev kadınları ile sınırlı tutulamayacağını idrak etmem uzun sürmedi. Evli ya da bekar, mutlu ya da mutsuz, kadın ya da erkek olalım, tok bir karın için yerine getirmemiz gereken sorumluluklar vardı.En azından çoğumuz yerleşik bir hayat sürmek zorundaydık ki ; bu bile özgürlüğümüzün kısıtlanması için yeterliydi.Kitaptaki bir diğer kedi : İnsanların da hayvanların da tok olduğu o zengin, bakımlı, temiz ülkelerde açlık yoktu, ama özgürlük de yoktu. Hatta yalnızca kediler değil, onların sahipleri de özgür değillerdi. Bir çarka kapılmış gibiydiler sanki. Saatlerin, kuralların, makinelerin çarkına...'diyerek katılıyordu bu tartışmaya.Benim gibi, bizim gibi diye düşündüm... Zengin, bakımlı ve temiz miyiz bilmiyorum amaakreple yelkovanın arasındaki açılarda acılarımız. Sonra saate baktım. Aç ve özgür olmak istemiyorsam, uyumak uyanmak ve işe gitmek zorundaydım. Hem tok hem bağımsız olamayacağımı anladım ama başka bir soru oluştu aklımda..Aç olmayı göze alsam, özgür olabilecek miydim ? İmkansızdı. Özgürlük her koşulda imkansızdı.Anadolu İyonya 'sında ki kadar ferah ve refah içinde olan bir ülkede yaşasak bile sadece dalından taze meyva koparıp, balık tutabilirdik özgürce. Ve ancak felsefe yapabilirdik özgürlük üstüne.İki öğün arası ve tokken karınlarımız...

21 Temmuz 2009 Salı

KORKUYORUM

Geçtiğimiz hafta güneyde bir otelde kaldım. Orada ülkemizde tanınan ve sevilen bir oyuncu ile bu oyuncumuzun tatlı mı tatlı kızı da tatil yapmaktaydı. Bir hafta süresince bu şeker kız ile arkadaş olduk ve birlikte vakit geçirdik. Oteldeki diğer konukların küçük arkadaşıma nasıl davrandıklarını gözlemledim.
Küçük arkadaşıma nasılsın bile demeden, ailesi hakkında sorular soranlar oldu. Ondan ailesine mesaj iletmesini isteyenler oldu. Onu dışarıdan ışıltılı görünen sanat camiası hakkında bilgi sahibi olmak amacıyla kullananlar oldu. Hatta bir bayan ailesinin silah taşıyıp taşımadığını küçük arkadaşımdan öğrenmeye çalıştı ve ona silah taşımanın bazı kişiler için gerekli olduğundan bahsetti.
Küçük arkadaşım, kulağıma eğildi ve ‘korkuyorum’ dedi. Onu sakinleştirmeye ve uzaklaştırmaya çalıştım ama ben de korkuyordum.
Onun bir çocuk olduğunu fark edemeden kendisinin şan şöhret merakını tatmin etmeye çalışan insanların, sanki o ayrı bir birey değilmiş, bir kişiliği yokmuş, o sadece birilerinin kızıymış gibi düşünmelerinin arkadaşıma vereceği zararlardan korkuyordum.
Bu yaşında ilgi odağı olan bir çocuğun, ergenlik döneminde ve gençliğinde tatmin olabilmesi için görmesi gereken ilginin büyüklüğünü ve bu ilgiyi göremediğinde yaşayabileceği problemlerden korkuyordum.
O, sevgi ile etrafındakilere yaklaşıp, onları öpmek ve kucaklamak istediğinde, ve karşılığında ‘hadi ailende gelsin onlarla birlikte fotoğraf çektirelim ‘ gibi cümleler duyduğunda, arkadaşımın uğradığı hayal kırıklığının ve incinmişliğin boyutundan korkuyordum.
Ömrünün bu şekilde geçmesinden ve geçmemesinden korkuyordum.
Ona gösterilen sevginin ailesine gösterilen sevgi ile doğru orantılı olmasından korkuyordum.
Olur da bir gün ailesinin şöhreti azalır ve ailesine olan sevgi kaybolursa, arkadaşıma olan sevginin de azalmasından korkuyordum.
Ve gözle görünenin bile idrak edilemediği,
kişilerin kendi hırsları ve hazları yüzünden bir çocuğu sadece bir çocuk olarak algılayamayacak duruma geldikleri ,
davranışları aklın ya da kalbin değil dürtülerin belirlediği bir dünyada,
çocukların ne kadar yalnız olduğunu düşünmekten korkuyordum…

Psk. Dilara KAZANCI

AYSEL

Aysel Hanım, 55 yaşında, iki çocuk annesi bir kadın… Geçen gün, onu elinde poşetlerle, pazardan dönerken gördüm. Halini sordum. İyi olmadığını, nefesinin tıkandığını, söyledi. Pazardan bir terlik almak istediğini, ama ayağındaki rahatsızlık yüzünden her terliği giyemediğini anlattı. Üstelik bütün pazarı dolaşmış, istediği gibi bir elbise de bulamamıştı. Bu da yetmezmiş gibi, karnında bir ağrı başlamış, pazardan ayrılırken midesi bulanmıştı. Tam kusmak üzereyken, gözleri kararmış, düşeceğini sanmıştı. Allah’ tan oradaki bir delikanlı, hemen bir şişe soğuk su getirmiş, Aysel Hanım’ın yüzünü yıkamasını sağlamıştı. Bununla da yetinmeyip , kadıncağızı eczaneye götürmüş, tansiyonunu ölçtürmüştü. Aysel Hanım’ın tansiyonu normal çıkınca, delikanlı , Aysel Hanım ile vedalaşıp geri dönmüştü.
Aysel Hanım’a , önemli bir rahatsızlığı olabileceğini, tam teşekküllü bir hastanede kontrole gitmesi gerektiğini söyledim. Oğlunun onu sık sık hem devlet hastanesine, hem de özel hastanelere götürdüğünden, fakat doktorların kendisinde her hangi bir hastalık bulamadığından yakındı. Hatta genç bir doktordan, ‘teyzecim turp gibisin, benden bile sağlamsın’, sözlerini duyduğunda, doktora çok sinirlendiğini ve “ne yani, bu yaşta kadın rol mü yapacağım?”, dediğini anlattı.
Aslında Aysel Hanım rol yapmıyordu. Halk arasında ‘ hastalık hastalığı’ diye bilinen, tıp dilinde hipokondri olarak adlandırılan düşünce bozukluğunu yaşıyordu. Hipokondri terimi, aslında kaburgalar altındaki karın bölgesi demek olan hipokondr sözcüğünden türetilmiş olup değişik fakat birbirine ilişkin durumları tanımlamak için kullanılır. Hasta olduklarına inanarak ya da inanmayarak bundan şüphelensin ya da şüphelenmesin sürekli olarak sağlıkları ile ilgilenen bu kişilere, ayrıca hiçbir kanıt olmadığı hâlde önemli bir hastalığa yakalanacağından korkanlara hipokondriak denir. Bu kimseler karakter özelliği olarak laksatif, tonik ve vitamin gibi ilaçları çok kullanırlar.
Hipokondri bedensel bir bozukluk olmadığı halde sürekli hastalık kaygıları ve çeşitli bedensel yakınmalarla belirli bir semptomdur. Bu rahatsızlıkta temel bozukluk bunaltıdır. Bunların kaynağı kişinin ilişkilerine ve yaşama şartlarına bağlıdır. Ancak bunlar bedene aktarılmış ve bedensel hastalık uğraşlarına dönüşmüştür.
Hipokondri, kişinin sağlığına yöneltilmiş aşırı duygusal bir yükleme olup esasta bir düşünce bozukluğudur. Kişinin ilgisi bütünü ile bedenine ve organlarına yönlenmiştir. Kişi genelde depresyonda olup bedeninde tedavisi mümkün olmayan bir hastalık varsayar. Kişinin kendilik hissi hasara uğramıştır.
Hipokondrilere organ nevrozu olarak bakılır. Genelde hedef seçilen organlar kalp, mide, bağırsak, solunum sistemi veya adele dokusudur. Aslında bozulan şey kişinin kendisine olan güven duygusudur.

Psk. Dilara Kazancı
psikologdilarakazanci@yahoo.com.tr